26 Haziran 2011 Pazar

"Wilfred Hobbes" idi köpeğin ismi. Kendisi bir tilki terrier'i idi. Tam doğru adıyla Wire Fox Terrier. Genç yaşına rağmen oldukça bilgili ve görgülü bir köpekti. Ne de olsa ailesinden geliyordu.
Wilfred'ın ataları taa Roma İmparatorluğu zamanına dayanırdı. İngiliz Monarşisi kurulduktan sonra, hep yüksek bir aristokratın yanında yaşamışlardı. Büyük büyük dedesi, Earl Dükü II. Monferry'nin biricik av arkadaşıydı. Büyük halası Prusya Baronunun alman kurduna gelin gitmişti. Hatta hala hayatta olan eniştesinin Prens Charles'ın poposunu bile ısırdığını söylemişlerdi.
Ama hayat böyleydi işte. Kendisi pek anlamıyordu ama annesi hep böyle söylerdi. " Bir gün asil bir leydi iken, diğer gün sarhoş bir resimcinin iti olmak..."
Wilfred'in bunları çok anladığını söylemek doğru olmazdı, o daha çok küçüktü. Kocaman gözlerini açmış etrafı seyrediyordu.
Bütün bunlar o ortaçağ şehrinde olurken, Beyoğlu'nda durum o kadar da farklı değildi. Gece eğlencelerinden kalma çer çöp İstiklal Caddesi'ni boydan boya süslüyordu. Caddede geceden kalma bir kaç insan savaş sonrası şehirde bedbaht bir şekilde gezer gibiydiler. Tüm cadde boyunca dikkati çekebilecek, diğer sabahlardan farklı olan tek şey çocuk ve omzundaki köpekti. Çocuğun hali berbattı, daha doğrusu bir şekilde berbat olmuştu. Beyoğlu'nun bu haline göre berbat gözüküyorsa tam anlamıyla berbat olmalıydı hali. Köpek de çocuktan farklı değildi. Üzerlerindeki yılların pisliği değildi de sanki, 1 hafta önce evden kaçmış, sokaklarda vakit geçirmekten üstü başı kirlenmiş, bu duruma alışkın olmadıkları için yorgun düşmüş gibiydiler ikisi de.

25 Haziran 2011 Cumartesi


Bütün bunlar olurken sokakların kenarlarında dilenciler, fahişeler ve hırsızlar her zaman ki günlerine devam ediyorlardı. Çevrelerinde olan "şey"ler onları pek az etkiliyordu, "big picture"a bakmaları gerekmiyordu çoğu kez. Çünkü küçük insanların küçük hesapları olur. Ve küçük çocukların küçük köpekleri olur. Bunu herkes bilir.

Serseri Çocukla Köpek

Köpeği omzuna almış gidiyordu. Köpek de, sokak çocuğu da pis değildi. Kirliydiler. Köpek iki aylıktı. Çocuk on yaşındaydı. Vakit de gece yarısı.
Beyoğlu sabah olmak üzere olan bir ortaçağ şehrine benziyordu. Öyle bir ortaçağ şehri ki uyanır uyanmaz çırılçıplak esirler bir zafer arabasında harmanilere bürünmüş, kafasında bir zafer çelengi ile şehrin hâkimini çekecekler. Pöstekilere, zırhlara bürünmüş, altın gümüş işlemeli deri donlar giymiş, çevresi yarım metre gelen pazularla derebeyin aylıklı askerleri demir kapılı evlerden çığlık çığlığa kadınlar çıkaracak. Bu kadınlar o kadar güzel gözlü, o kadar tatlı, o kadar dolgun kalçalı olacaklar ki derebeyin sarayını süsleyen ressam saçını başını yolacak. O kadından bu kadına, bu kadından o kadına koşacak. "Bunu bana verin! Bunu bana verin! Bu benim rüyalarımın, hüsranlarımın, fırçamın kadını. Ancak onunla ölmeyecek eserimi yapabilirim" diye koşacak. Seç diyecekler, seçemeyecek. Başında zeytin ve defne dalından zafer çelengiyle derebeyi kahkahadan bütün gümüşlerini ve altınlarını şakırdatacak.

Sait Faik Abasıyanık; Havuzbaşı