28 Ağustos 2011 Pazar

Televizyonun yanından uzaktan kumandayı aldı ve rastgele bir kanalı açtı. Ekranda sarışın bir bayan sunucu vardı, stüdyoda izleyiciler... Muhtemelen sabahları yayınlanan kadın programlarından biriydi. Beyaz önlüklü konuk da doktor olmalıydı. Kadın bir iki saniye ekrana baktıktan sonra kumandayı çocuğun eline tutuşturdu. "İstediğini açabilirsin, çizgi film kanalları var. Ben hemen geliyorum." dedi. Tam odadan çıkacakken çocuğa döndü ve "Ah! Sabah sabah sana kola mı verdim ben? Ne kadar şaşkınım! Karnın aç mıydı? Gel kahvaltı edelim." dedi.

Çocuk hala sessizliğini ve tepkisizliğini koruyordu. Kadın çocuğun elini tuttu ve odadan çıkartarak geniş bir penceresi olan aydınlık, ferah mutfağa götürdü. Mutfağın tam ortasında koyu renk, ahşap, büyükçe bir masa vardı. Üzerinde bir kaç kahvaltılık duruyordu. Belli ki kadın kapı zili çalınca kahvaltı hazırlama işine ara vermişti. "Sen otur şöyle." dedi masanın etrafındaki sandalyeleri göstererek ve buzdolabına yöneldi. Buzdolabı ve ev yalnız yaşayan birisi için oldukça geniş sayılırdı. Kadın dolaptan plastik bir kap ve tost ekmeği çıkardı. Tezgaha geldi ve tostu hazırlamaya başladı. Kadının hareketleri seri ve kendinden emindi. Belli ki bilinçsizce, insanın bakışlarını yakalıyor ve dikkati kendinde tutmayı beceriyordu. Kadının hareketlerini izlemeye dalmışken, vakit hızlı geçiyor ve sanki kadının çok kısa sürede işleri halletiğini düşündürüyordu. Çok kısa sürede tostu çocuğun önüne koymuştu bile. Dolaptan bir kaç kahvaltılık daha çıkardı ve kolayı koyduğu bardağın bir eşine meyve suyu doldurdu. Çocuğun çekingenliği kadının rahat tavırlarından olsa gerek azalmıştı. Tostu yemeğe başladı. Kadın bir süre tezgaha yaslanıp çocuğu seyretti. Daha sonra mutfaktan çıktı. 

Geldiğinde elinde saman kağıdına sarılı kalın bir kitap büyüklüğünde bir paket vardı. 

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Hiç düşünmeden bir zile bası verdi, her gün aynı zile basan birinin alışkanlığıyla. Zilin üzerinde isim yazmıyordu. Bu konuya dair, aslında diğer zillerin çoğunda da isim yazmıyordu. Yazanların çoğu da okunacak durumda değildi aslında. Zile bir sefer, kendinden emin bir şekilde bastı. Kapının önünde ne kadar beklediği göreceli bir konuydu. Köpeğe göre oldukça uzun, çocuğa göreyse normal bir süre beklemişti. Kapı uzun bir otomatik sesiyle açıldı, çocuk ağır kapıyı yavaşça itti ve sokağın aydınlığından apartman sahanlığının karanlığına girdi.
Merdivenleri çıkarken kapının önündeki kendinden emin hali yok olmuştu. Kapılara bakıyor, hangisinin açılacağını bilemiyordu. Koridor ışığının düğmesini bulması bile oldukça zamanını almıştı. Dördüncü kata ulaşmıştı ki köpek havlamaya başladı. Önce kısık sesle, daha sonra adeta etinden et koparıyorlarmışçasına. Çocuğun panikleyip, köpeği susturmasına kalmadan bir kapı açıldı.

“Ah! Geldin. İçeri girin.”

‘Kapıyı açan bir melekti.’ demek, çok abartılmış bir açıklama olmazdı. Ama melek gibi soyut bir kavramı açıklama gereksinimine neden olurdu. Kapıyı açan yirmili yaşlarının başında, sarışın genç bir kadındı. Boyu kısa sayılabilecek bir uzunluktaydı, ama vücudu buna oranlı bir şekildeydi. Amiyane bir tabirle; her şeyi yerli yerindeydi. Saçları çok uzun değildi; araya kahverengiler karışmış, altın rengindeydi. Saçlarının boya olmadığını kaşlarından ve tenin beyazlığından anlamak mümkündü. Gözleri bal rengi idi, lakin dönerken ışın vurması ile tonu iyice açılıyor yeşil noktalar beliriyordu. Beyaz, fırfırlı, bol, bileklerine uzanan bir etek giyiyordu. Ayakları çıplaktı. Üstünde ise yeşil kolsuz üzerinde küçük gri çapalar olan bir t-shirt vardı. Kulaklarında ufak top şeklinde altın küpeler, sol kolunda ise kırmızı taşlı bir bileklik vardı. Tırnakları ojesiz, bakımlıydı. İçeri buyur ederken ki gülüşü içten ve sıcaktı. İnce pembe dudaklarının arasından görünen dişleri beyaz ve düzgündü. Yürüyüşü hafifti, yere sanki basmıyor gibiydi; topukları yere değmeye çok yaklaşıyor ama aslında değmiyordu. Sesi, soğuk bir çeşme gibiydi. Başta soğuk ve çekince ile karşılaşan; ama ilk yudumdan sonra aslında ne kadar susadığını belli eden, gene de çok içemediğin. Ev minimal mobilya ile döşenmişti, basitlik her noktaya hakimdi. Fakat bu modern dizayn edildiği anlamına gelmiyordu; klasik olan noktalarda vardı, post-modern noktalarda. Işıklandırma üzerinde oldukça emek harcandığı belliydi. Dairenin her noktası ışıklandırma sayesinde çok temiz, çok güzel gözüküyordu.
Kadın, çocuk ve köpeği kısa bir koridordan geçirip, ufak bir salon ya da büyük bir oturma odasına götürdü.

“Buyur, oturun. Ben hemen geliyorum.” dedi ve içeri gitti. Odanın girişi koridora bakmadığı için çocuk kadının nereye gittiğini göremedi. Köpek kucağından inmek isteyince, tutmadı. Köpek önce kendi etrafında bir tur attı, ardından odanın köşelerine tek tek gidip kokladı. Bir ara cam kenarında duran saksıda ki devetabanından kuşkulanmış olmalıydı; bir polis memurun cinayet mahallinde bulduğu şüpheliye davrandığı gibi davrandı kendisine. Sonra her ne koklamış ise, sanığın suçsuz olduğuna karar verip kapıya doğru yöneldi. Çocuk köpeğin kapıdan çıkmasını engellemek için hareketlenmişti ki, kadın odaya geldi. Kapıda köpeğin geçmesine izin verip, içeri girdi.

“Hava çok sıcak, soğuk bir şey istersin diye düşündüm.” dedi. Odanın köşesinden aldığı zigonun üzerine sarı renkli iğne oyası örtüsünü örtüp, içeceği üzerine koydu. İçecek kristal ince uzun bir bardağın içinde, mavi renkli dalgalı bir formu olan ve üzerinde çok ince yapılı bir iğne oyası olan bir altlığın üstündeydi. Kabarcıklara ve renklere bakılırsa içecek kolaydı. Coca-Cola ya da Pepsi Cola olduğuna tadına bakmadan karar vermek mümkün değildi. Kadın kendisine içecek almamıştı.

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Köpek de çocuk da buraya ait değillerdi. Yorgunluktan bayılan gözleri bile etrafa olan şaşkın ve meraklı bakışlarını gizleyemiyordu. Hava yavaş yavaş ağarmaya başlamıştı. Çocuk yürümeye devam ediyordu. Sonra heybetli demir kapılı bir apartmanın önünde aniden durdu. Bu ani duruş aslında çocuğun buraları hiç bilmediği yargısını fena halde çürütüyordu. Kafasını kaldırıp binanın en tepesine kadar gezdirdi gözlerini ve kapı ziline yöneltti bakışlarını.

26 Haziran 2011 Pazar

"Wilfred Hobbes" idi köpeğin ismi. Kendisi bir tilki terrier'i idi. Tam doğru adıyla Wire Fox Terrier. Genç yaşına rağmen oldukça bilgili ve görgülü bir köpekti. Ne de olsa ailesinden geliyordu.
Wilfred'ın ataları taa Roma İmparatorluğu zamanına dayanırdı. İngiliz Monarşisi kurulduktan sonra, hep yüksek bir aristokratın yanında yaşamışlardı. Büyük büyük dedesi, Earl Dükü II. Monferry'nin biricik av arkadaşıydı. Büyük halası Prusya Baronunun alman kurduna gelin gitmişti. Hatta hala hayatta olan eniştesinin Prens Charles'ın poposunu bile ısırdığını söylemişlerdi.
Ama hayat böyleydi işte. Kendisi pek anlamıyordu ama annesi hep böyle söylerdi. " Bir gün asil bir leydi iken, diğer gün sarhoş bir resimcinin iti olmak..."
Wilfred'in bunları çok anladığını söylemek doğru olmazdı, o daha çok küçüktü. Kocaman gözlerini açmış etrafı seyrediyordu.
Bütün bunlar o ortaçağ şehrinde olurken, Beyoğlu'nda durum o kadar da farklı değildi. Gece eğlencelerinden kalma çer çöp İstiklal Caddesi'ni boydan boya süslüyordu. Caddede geceden kalma bir kaç insan savaş sonrası şehirde bedbaht bir şekilde gezer gibiydiler. Tüm cadde boyunca dikkati çekebilecek, diğer sabahlardan farklı olan tek şey çocuk ve omzundaki köpekti. Çocuğun hali berbattı, daha doğrusu bir şekilde berbat olmuştu. Beyoğlu'nun bu haline göre berbat gözüküyorsa tam anlamıyla berbat olmalıydı hali. Köpek de çocuktan farklı değildi. Üzerlerindeki yılların pisliği değildi de sanki, 1 hafta önce evden kaçmış, sokaklarda vakit geçirmekten üstü başı kirlenmiş, bu duruma alışkın olmadıkları için yorgun düşmüş gibiydiler ikisi de.

25 Haziran 2011 Cumartesi


Bütün bunlar olurken sokakların kenarlarında dilenciler, fahişeler ve hırsızlar her zaman ki günlerine devam ediyorlardı. Çevrelerinde olan "şey"ler onları pek az etkiliyordu, "big picture"a bakmaları gerekmiyordu çoğu kez. Çünkü küçük insanların küçük hesapları olur. Ve küçük çocukların küçük köpekleri olur. Bunu herkes bilir.

Serseri Çocukla Köpek

Köpeği omzuna almış gidiyordu. Köpek de, sokak çocuğu da pis değildi. Kirliydiler. Köpek iki aylıktı. Çocuk on yaşındaydı. Vakit de gece yarısı.
Beyoğlu sabah olmak üzere olan bir ortaçağ şehrine benziyordu. Öyle bir ortaçağ şehri ki uyanır uyanmaz çırılçıplak esirler bir zafer arabasında harmanilere bürünmüş, kafasında bir zafer çelengi ile şehrin hâkimini çekecekler. Pöstekilere, zırhlara bürünmüş, altın gümüş işlemeli deri donlar giymiş, çevresi yarım metre gelen pazularla derebeyin aylıklı askerleri demir kapılı evlerden çığlık çığlığa kadınlar çıkaracak. Bu kadınlar o kadar güzel gözlü, o kadar tatlı, o kadar dolgun kalçalı olacaklar ki derebeyin sarayını süsleyen ressam saçını başını yolacak. O kadından bu kadına, bu kadından o kadına koşacak. "Bunu bana verin! Bunu bana verin! Bu benim rüyalarımın, hüsranlarımın, fırçamın kadını. Ancak onunla ölmeyecek eserimi yapabilirim" diye koşacak. Seç diyecekler, seçemeyecek. Başında zeytin ve defne dalından zafer çelengiyle derebeyi kahkahadan bütün gümüşlerini ve altınlarını şakırdatacak.

Sait Faik Abasıyanık; Havuzbaşı