27 Temmuz 2011 Çarşamba

Hiç düşünmeden bir zile bası verdi, her gün aynı zile basan birinin alışkanlığıyla. Zilin üzerinde isim yazmıyordu. Bu konuya dair, aslında diğer zillerin çoğunda da isim yazmıyordu. Yazanların çoğu da okunacak durumda değildi aslında. Zile bir sefer, kendinden emin bir şekilde bastı. Kapının önünde ne kadar beklediği göreceli bir konuydu. Köpeğe göre oldukça uzun, çocuğa göreyse normal bir süre beklemişti. Kapı uzun bir otomatik sesiyle açıldı, çocuk ağır kapıyı yavaşça itti ve sokağın aydınlığından apartman sahanlığının karanlığına girdi.
Merdivenleri çıkarken kapının önündeki kendinden emin hali yok olmuştu. Kapılara bakıyor, hangisinin açılacağını bilemiyordu. Koridor ışığının düğmesini bulması bile oldukça zamanını almıştı. Dördüncü kata ulaşmıştı ki köpek havlamaya başladı. Önce kısık sesle, daha sonra adeta etinden et koparıyorlarmışçasına. Çocuğun panikleyip, köpeği susturmasına kalmadan bir kapı açıldı.

“Ah! Geldin. İçeri girin.”

‘Kapıyı açan bir melekti.’ demek, çok abartılmış bir açıklama olmazdı. Ama melek gibi soyut bir kavramı açıklama gereksinimine neden olurdu. Kapıyı açan yirmili yaşlarının başında, sarışın genç bir kadındı. Boyu kısa sayılabilecek bir uzunluktaydı, ama vücudu buna oranlı bir şekildeydi. Amiyane bir tabirle; her şeyi yerli yerindeydi. Saçları çok uzun değildi; araya kahverengiler karışmış, altın rengindeydi. Saçlarının boya olmadığını kaşlarından ve tenin beyazlığından anlamak mümkündü. Gözleri bal rengi idi, lakin dönerken ışın vurması ile tonu iyice açılıyor yeşil noktalar beliriyordu. Beyaz, fırfırlı, bol, bileklerine uzanan bir etek giyiyordu. Ayakları çıplaktı. Üstünde ise yeşil kolsuz üzerinde küçük gri çapalar olan bir t-shirt vardı. Kulaklarında ufak top şeklinde altın küpeler, sol kolunda ise kırmızı taşlı bir bileklik vardı. Tırnakları ojesiz, bakımlıydı. İçeri buyur ederken ki gülüşü içten ve sıcaktı. İnce pembe dudaklarının arasından görünen dişleri beyaz ve düzgündü. Yürüyüşü hafifti, yere sanki basmıyor gibiydi; topukları yere değmeye çok yaklaşıyor ama aslında değmiyordu. Sesi, soğuk bir çeşme gibiydi. Başta soğuk ve çekince ile karşılaşan; ama ilk yudumdan sonra aslında ne kadar susadığını belli eden, gene de çok içemediğin. Ev minimal mobilya ile döşenmişti, basitlik her noktaya hakimdi. Fakat bu modern dizayn edildiği anlamına gelmiyordu; klasik olan noktalarda vardı, post-modern noktalarda. Işıklandırma üzerinde oldukça emek harcandığı belliydi. Dairenin her noktası ışıklandırma sayesinde çok temiz, çok güzel gözüküyordu.
Kadın, çocuk ve köpeği kısa bir koridordan geçirip, ufak bir salon ya da büyük bir oturma odasına götürdü.

“Buyur, oturun. Ben hemen geliyorum.” dedi ve içeri gitti. Odanın girişi koridora bakmadığı için çocuk kadının nereye gittiğini göremedi. Köpek kucağından inmek isteyince, tutmadı. Köpek önce kendi etrafında bir tur attı, ardından odanın köşelerine tek tek gidip kokladı. Bir ara cam kenarında duran saksıda ki devetabanından kuşkulanmış olmalıydı; bir polis memurun cinayet mahallinde bulduğu şüpheliye davrandığı gibi davrandı kendisine. Sonra her ne koklamış ise, sanığın suçsuz olduğuna karar verip kapıya doğru yöneldi. Çocuk köpeğin kapıdan çıkmasını engellemek için hareketlenmişti ki, kadın odaya geldi. Kapıda köpeğin geçmesine izin verip, içeri girdi.

“Hava çok sıcak, soğuk bir şey istersin diye düşündüm.” dedi. Odanın köşesinden aldığı zigonun üzerine sarı renkli iğne oyası örtüsünü örtüp, içeceği üzerine koydu. İçecek kristal ince uzun bir bardağın içinde, mavi renkli dalgalı bir formu olan ve üzerinde çok ince yapılı bir iğne oyası olan bir altlığın üstündeydi. Kabarcıklara ve renklere bakılırsa içecek kolaydı. Coca-Cola ya da Pepsi Cola olduğuna tadına bakmadan karar vermek mümkün değildi. Kadın kendisine içecek almamıştı.

Hiç yorum yok: